Yıldızı parlasın, Ekrem İmamoğlu beni bu seçimlerde yanıltanların başında geldi. Kazanmasına ihtimal dahi vermezken, ufak bir farkla öne geçti ve direniyor, mücadele veriyor. İşin sonunda mücadeleyi kazanacağını düşünüyorum lakin bir kez daha şunu kendi içimde teyit ettim: bu çarpık sistem istediğinde işaret ettiği lideri vatandaşın alkışları arasında, davulla zurnayla tepeye oturtuyor…
İmamoğlu’nun son üç ayda gösterdiği performans ile Kılıçdaroğlu’nun grup başkan vekilliği döneminden genel başkanlığa doğru yürüdüğü süreç arasındaki benzerlikler umarım dikkatli bakanların dikkatini çekiyordur. bu vurgunun ardından okuyucuda şu his beliriyor diye tahmin ediyorum: so what?
Neticede CHP’ye oy veren bütün seçmen kitlesi tarafından kabul görmüş bir adam İmamoğlu. Çok defa muhabbet içinde geleceğin genel başkanı yakıştırması yapıldığına şahit oldum. Peki neden bu kadar sevildiği ve toplum tarafından kabul gördüğü üzerine derinlemesine düşünen var mı? Siyasi iktidar yandaşlarının ve havuzcuların İmamoğlu için yaptıkları yorumları kastetmiyorum; İmamoğlu kimdir, neler yapmıştır, siyaset dili ve kendisini ifade ediş biçimi dışında birikimi nedir?
Şurası bir gerçek ki, bu sorunun sorulması bir yana, verilecek cevaplar da toplumun ilgisini çekmiyor. İmamoğlu seçim kampanyası sırasında çarşı pazar gezerken topluma dokundu. Kendisine oy versin ya da vermesin binlerce vatandaşla samimi görüntüsünde diyaloglar verdi. Kendisini eleştirenlere, oy vermeyeceğini belirtenlere karşı sempatik tavırlarla yapıcı cevaplar verdi. Bu tutum beni şu sonuca çıkartıyor: demek ki vatandaş siyaset dilinin normalleşmesini istiyor, çatışma değil uzlaşma istiyor. Siyasetin doğasında çatışma ve rekabet varken ya da biz buna koşullandırılmışken, klasik siyasetçiden farklı olarak yapıcı bir dil kullanan İmamoğlu’nun bu refleksi dışında başkaca niteliği olup olmadığı üzerine düşünmüyorsak ve düşünmeden İmamoğlu’na geleceğin siyasetçisi, geleceğin genel başkanı yakıştırması yapabiliyorsak şu durumda retorik dışında politikacıda meziyet arama gayemiz de yok demektir. Ovacık üzerindeki icraatlarını duyup alkışladığımız Fatih Mehmet Maçoğlu’nu alkışlıyor ve yaptıklarını takdir ediyoruz ancak emeğin adil bölüşümü ve vatandaşın temel tüketim haklarından ücretsiz faydalanabilmesi konusu üzerine kafa patlatmıyoruz. Sistemin, rekabet ve hayatta kalma dayatmalarını o kadar net kabullenmişiz ki, başka türlüsünü tahayyül edemiyoruz.
Burada çok büyük bir kısmımızın İmamoğlu’ndan somut beklentisi dahi yoktur. Yani iş beklentisi, burs beklentisi, ihale beklentisi gibi şeyler partili olmayı, taraf olmayı gerektirir. Daha yeşil bir kentte yaşamak, bisiklet yolları istemek, şişmemiş trafikte seyahat etmek hakkımız. Üstelik siyasi iktidar seçmeninden tutun, irili ufaklı bütün partilerin seçmenleri ile aynı paydada buluşabilmek gibi olağanüstü bir niteliği de var lakin ne yazık ki bize biçtikleri gömlekler yüzünden esas mevzuyu ıskalayıp illüzyonların içinde boğulmaya mahkum ediliyoruz. Koca bir şehrin çehresinin daha yaşanabilir kılınması için çaba sarf edilmesi duygusunun seçim kampanyaları sürecinde albenili broşür ve mikrofon başında içimizi ferahlatan söylemlere vaatler vasıtasıyla yansıdığı o tatlı dönemler bitip, işin doğası gereği başkan seçildikten sonra gerçeklerle yeni, yine, yeniden yüzleşiyoruz: beş yıl boyunca sermaye ne yönde değişecek, işin doğasındaki rant nereye akacak?
İşte bütün mesele bu. Beka meselesinin, Mart’ın sonundaki gelecek baharın hammaddesi rant. Sermayenin kılık değiştirmesiyle problem duymayan geniş kitleler için adil bölüşüm ve insan olmanın etiğine dair duyulan özlem; rekabete dayalı kumarı ve siyaset dilinin her şekle girebilmesini normal görüyor, denebilir.
Siyaset biliminde popülizmin şu yüzyıldaki etkisinin bittiği zamanlardan sonra hangi niteliğin katsayısının artacağı üzerine konuşma vaktimiz geldi ve geçiyor. Aydın olma bilincindeki görünmezlere sözüm: hala neyi bekliyorsunuz?
anarax